23 Mart 2010 Salı

gün yüzü göremeyen eşyalar


Filmlerde, romanlarda gitgide daha çok haşır neşir olunan, oralarda çalan telefon melodisinden, dükkan tabelasına tipleştirilmeye uygun hale getirilen taşranın birileri keşfetse elinde kalacak karakteristiklerinden biri: çeyiz dükkanı. Arkalara doğru uzayıp giden, raflar reyonlar dolusu çeyizlikler; yatak örtüleri, perdeler, kumaşlar, saten gecelikler... büyük şehirde çeyiz yapılmadığından değil, bu kadar büyük çeyiz dükkanı olamayacağından. fatih'te falan var aslında ama, asla taşradaki tadı vermez, orantı meselesi. büyük şehirde büyük dükkan olur da, çeyizci küçücük şehirlerdeki en iri dükkan. kasabadaki bütün pencerelere takılabilecek kadar çok perde, bütün klozetlerin kapağını kaplayabilecek sayıda tüylü, fırfırlı edevatın olduğu yerler. yıllarca kendilerine sıra gelmemiş kumaş topları vardır bence o dükkanlarda, böyle bir "son kullanma tarihi olmayan eşyalar" silsilesi. hasbelkader oradan çıksalar, girecekleri yer yine çıkışları olmayacak bir çeyiz sandığı.
bir taşra çeyizcisinde geçen cinayet romanı yazacağım, dükkanın arkasındaki, karanlık ve tozlu paket yığınlarının arasına gizlenmiş olacak ceset. kokmasını da engelleyebilirsem yıllarca bulunmaz, zavallı bir gelin adayına denk gelene kadar.

20 Ocak 2010 Çarşamba

karar


"Hadi yalnız olsan neyse, bir de evde iki çocuğun, yan odada uyurken, insanın aklından ya da ruhundan ne geçer de, metanetle mutfağa yürüyüp -ya da belki kararını değiştirmekten korkarak koşup- mutfak kapısını sıkıca kapayıp, ocağı sonuna kadar açar ve durur, bekler? Soluk alıp verdikçe, havagazının burun deliklerinden ciğerlerine inerken geçtiği yolları buğulandırması gibi buğulanan beyninden geçenler... Kocasına herhangi bir afla kurtulamayacağı müebbet bir ceza veriyor olmanın mutluluğu mu? Ya da az sonra, içinden bir türlü çıkamadığı buhranlardan sıyrılacağını bilmenin verdiği, tırnak uçlarından içeri sızan, belki doğduğundan beri ilk defa hissettiği o katıksız huzur mu? Belki de ağır ağır şuurunu kaybederken, üzerine ansızın çöken pişmanlıkla, mutfaktan çıkıp çocuklarının yanına koşmak istemişti. Tam tersi de olabilir; sürüp giden bu bunalımın bir sebebi de çocuklarıydı belki, son dakikalarında onlardan da kurtuluyor olmanın tadını çıkarıyordu. Geçmişi değil, o andan sonraki geleceği geçiyordu gözünün önünden, hayatını kendi kararıyla sona erdiriyor olmanın çaresizce ölümü bekliyor olmaktan farkı bu muydu; film şeridi olmak isteneni gösteriyordu, hep hayal edilen ama ulaşılamayan, yalnız, mağrur ve dik duran bir kadın; önünde, arkasında kimsenin olmadığı bir sahne. Yüzünde hüzünlü bir gülümsemenin, düşünceli bakışların olmadığı. Belki sadece düşüncenin fişini çekmek istemişti kadın, kendi kendini kemirip duran, bu yüzden de hiç bir şey düşünmemişti son dakikalarında. Gözlerini kapatıp o sarı boşluğu izlemişti sadece, uzun zamandır ümitsizce beklediği, çıkış yolu olan boşluk. Beyaz olur sanıyordu."

11 Ocak 2010 Pazartesi

parçaları karıştırın


"Evet, atasözlerini, deyimleri bazen severim. Bunda statükoya prim vermem kadar, taşıdıkları hikayeleri tahmin etmenin çekiciliğinin de etkisi vardır (mesela deliye her gün bayram, deyişin kendisinden çok, söyleyenin ve söylenenin halet-i ruhiyesini düşünerek sevdiğim bir sözdür; iki taraf için de hem ironik hem melankolik, bir yandan çok çaresiz, bir yandan da ümidin yitirilmediği, söyleyenin de deli olduğunu düşündürebilen muhteşem bir söz). Körün değneğini bellediği gibi bazı şarkıları ve müzisyenleri beller, onların dışına kati suretle çıkamam. Aslında bu travmatik durumun sebeplerini biliyor sayılırım. Çocukluğum ve ilk gençliğim dönüp dolaşıp; ilkokula yeni başladığım sıralarda eve alınan Arçelik müzik setinin peşinde gelen üç cd'yi, Nilüfer, Ferdi Özbeğen ve Muazzez Abacı'yı; takip eden senelerde ise babamın 12. yaş günümde aldığı Nirvana'nın Mtv Unplugged in New York ve Guns'n Roses'ın Use Your Illusion'ini dinleyerek geçti. Yine de bütün bu münferit olaylar içinde, bir de Van'dan Edremit'e memleketin dört bir yanında yüzlerce çocuğun Arçelik hediyesi Nilüfer şarkıları ile büyüdüğünü varsayarsak, bana kalırsa psikolojimi derinden etkileyeni internetle yeni tanıştığımda, mp3'ün varlığını keşfedince vuku buldu. İndirdiğim ilk mp3 Sting'in Shape of My Heart'ı idi. İlk kez Leon'u izlerken duyduğum bu şarkıyı indirmem o zamanki internet hızıyla 2 buçuk gün sürmüştü. Uzunca bir süre başka şarkı indiremediğimden, Shape of My Heart'ı sabahtan akşama ve bazen akşamdan sabaha kadar, Sting'in şarkı esnasında nefes alıp verdiği dakikaları ezberleyecek kadar çok dinlerdim. Bugün içinde bulunduğum durumu, en çok ilk gençliğimde yaşadığım bu olaya bağlıyorum. Yeniyle sorunlu bir ilişkim olduğu yazının girişinden de anlaşılıyor ama yine de binlerce şarkılık playlistlerde aylarca bir kaç şarkıya takılıyor olmak bazen canımı sıkıyor. O zaman shuffle'a basıyorum. Teknolojiyle aramı iyi tutmaya çalışmamın nadir sebeplerinden biri. İnsanı karar vermek zorunda bırakmayan, üstelik Fairuz Derin Bulut'un arkasından Handel çalarak, o sıkıcı playliste meydan okuyan parçaları karıştırın tuşunu Dostoyevski'nin deyimiyle "dehşetle seviyorum". Bazıları der ki "hayatta da bir undo komutu olsa", benim şu hayatta temennim de bir "parçaları karıştır" tuşu. "