10 Mart 2020 Salı
pijama
insan gerçek hayatta nasılsa, sanal ortamda da öyle oluyor. çekmecelerin köşelerine sıkıştırılmış eski püskü kağıt parçaları gibi, şu blog hesabımın altına sayfalar sıkıştırmışım. bazıları bomboş, bazıları taslak, yarım kalmış, bazıları ne için olduğu belirsiz, bazıları da her pazartesi rejime başlayıp salı günü bozanlar gibi, büyük bir istikrar ve sistematikle başlanmış ancak ömrünü tamamlayamamış. ben neden böyleyim? bu soruyu sık sık soruyorum. sonra etrafa bakıyorum, insan herşeyi kendinden ibaret sanma hatasına düşer de, herkesin değilse de pek çok kimsenin kendisinin de bu sanrıya dahil olduğunu unutur ya, kendime benzeyen birilerini görmek için. herşeyini kaybeden, dalıp giden, olmayacak yerlerde olmayacak şeyler yapan insanlar vardır. vardı. benim, dünyanın en sorumluluk sahibi, planlı, düzenli ve aklıbaşında çocuğundan, aklı bir karış havada bir ergene hızlıca dönüşebilme özgürlüğüne kavuşmamı sağlayan canım arkadaşım, öyleydi. yirmi yıllık bir aradan sonra onu gördüğümde, o da ilk gençliğin uçuşan şuursuzluğunu, yetişkinliğin maskeleriyle gizlemiş, aslında kendinden dümdüz ama fönlü hissi veren saçları ve ayağındaki sarı, kocaman caterpillar'ları dışında epeyce değişmişti. bana nasıl kalıplardan kurtulabileceğimi bilmeden öğreten benden bile hızlı konuşan o kız, zaman içinde insanlara nasıl yaşaması gerektiği öğreten bir meslek sahibine dönüşmüş, iş saatleri dışında hala benimle zıvanadan çıkma potansiyeline sahipken, mesai saatlerinde sakin bir ses tonu ile, yavaşlatılmış cümlelerini çare arayan danışanlarına sarfetmeye başlamıştı. insan nasıl olur da böyle değişebilir, üniversiteden mezun olup ilk işe başladığımda, gittiğim ilk toplantıda öğrenmiştim. "hepsi maske" demişti, patronum, toplantıda herkesi hizaya getiren gergin ve sinirli bir mimarın tavırları için. "iş hayatında herkesin giyindiği maskeler vardır." şimdi hepimizin bildiği bu gerçeği ilk duyduğumda kulaklarıma inanamamış, o mimarı, evde çocukları ile üzerinde pijamalarla oyun oynarken at kılığında hayal etmeye çalışmıştım. o günden sonra herhangi bir iş ortamında, birileri gerginlik yarattığında, bu yöntemi dener, o surat ifadelerinin bir aksesuardan ibaret olduğunu, ve aslında beklenmedik bir cümle ile alaşağı edilebileceğini ve altından o kadar da gergin olmayan ama yine de çizgi çizgi, daha anlaşılabilir bir katmanın çıkabileceğini hayal ederim. Bunu yapmak bazen işe yarar, bazen de yaramaz. Çünkü bazı insanlar sadece uyurken pijama giyerler.
23 Mart 2010 Salı
gün yüzü göremeyen eşyalar
Filmlerde, romanlarda gitgide daha çok haşır neşir olunan, oralarda çalan telefon melodisinden, dükkan tabelasına tipleştirilmeye uygun hale getirilen taşranın birileri keşfetse elinde kalacak karakteristiklerinden biri: çeyiz dükkanı. Arkalara doğru uzayıp giden, raflar reyonlar dolusu çeyizlikler; yatak örtüleri, perdeler, kumaşlar, saten gecelikler... büyük şehirde çeyiz yapılmadığından değil, bu kadar büyük çeyiz dükkanı olamayacağından. fatih'te falan var aslında ama, asla taşradaki tadı vermez, orantı meselesi. büyük şehirde büyük dükkan olur da, çeyizci küçücük şehirlerdeki en iri dükkan. kasabadaki bütün pencerelere takılabilecek kadar çok perde, bütün klozetlerin kapağını kaplayabilecek sayıda tüylü, fırfırlı edevatın olduğu yerler. yıllarca kendilerine sıra gelmemiş kumaş topları vardır bence o dükkanlarda, böyle bir "son kullanma tarihi olmayan eşyalar" silsilesi. hasbelkader oradan çıksalar, girecekleri yer yine çıkışları olmayacak bir çeyiz sandığı.
bir taşra çeyizcisinde geçen cinayet romanı yazacağım, dükkanın arkasındaki, karanlık ve tozlu paket yığınlarının arasına gizlenmiş olacak ceset. kokmasını da engelleyebilirsem yıllarca bulunmaz, zavallı bir gelin adayına denk gelene kadar.
20 Ocak 2010 Çarşamba
karar
"Hadi yalnız olsan neyse, bir de evde iki çocuğun, yan odada uyurken, insanın aklından ya da ruhundan ne geçer de, metanetle mutfağa yürüyüp -ya da belki kararını değiştirmekten korkarak koşup- mutfak kapısını sıkıca kapayıp, ocağı sonuna kadar açar ve durur, bekler? Soluk alıp verdikçe, havagazının burun deliklerinden ciğerlerine inerken geçtiği yolları buğulandırması gibi buğulanan beyninden geçenler... Kocasına herhangi bir afla kurtulamayacağı müebbet bir ceza veriyor olmanın mutluluğu mu? Ya da az sonra, içinden bir türlü çıkamadığı buhranlardan sıyrılacağını bilmenin verdiği, tırnak uçlarından içeri sızan, belki doğduğundan beri ilk defa hissettiği o katıksız huzur mu? Belki de ağır ağır şuurunu kaybederken, üzerine ansızın çöken pişmanlıkla, mutfaktan çıkıp çocuklarının yanına koşmak istemişti. Tam tersi de olabilir; sürüp giden bu bunalımın bir sebebi de çocuklarıydı belki, son dakikalarında onlardan da kurtuluyor olmanın tadını çıkarıyordu. Geçmişi değil, o andan sonraki geleceği geçiyordu gözünün önünden, hayatını kendi kararıyla sona erdiriyor olmanın çaresizce ölümü bekliyor olmaktan farkı bu muydu; film şeridi olmak isteneni gösteriyordu, hep hayal edilen ama ulaşılamayan, yalnız, mağrur ve dik duran bir kadın; önünde, arkasında kimsenin olmadığı bir sahne. Yüzünde hüzünlü bir gülümsemenin, düşünceli bakışların olmadığı. Belki sadece düşüncenin fişini çekmek istemişti kadın, kendi kendini kemirip duran, bu yüzden de hiç bir şey düşünmemişti son dakikalarında. Gözlerini kapatıp o sarı boşluğu izlemişti sadece, uzun zamandır ümitsizce beklediği, çıkış yolu olan boşluk. Beyaz olur sanıyordu."
11 Ocak 2010 Pazartesi
parçaları karıştırın
.jpg)
"Evet, atasözlerini, deyimleri bazen severim. Bunda statükoya prim vermem kadar, taşıdıkları hikayeleri tahmin etmenin çekiciliğinin de etkisi vardır (mesela deliye her gün bayram, deyişin kendisinden çok, söyleyenin ve söylenenin halet-i ruhiyesini düşünerek sevdiğim bir sözdür; iki taraf için de hem ironik hem melankolik, bir yandan çok çaresiz, bir yandan da ümidin yitirilmediği, söyleyenin de deli olduğunu düşündürebilen muhteşem bir söz). Körün değneğini bellediği gibi bazı şarkıları ve müzisyenleri beller, onların dışına kati suretle çıkamam. Aslında bu travmatik durumun sebeplerini biliyor sayılırım. Çocukluğum ve ilk gençliğim dönüp dolaşıp; ilkokula yeni başladığım sıralarda eve alınan Arçelik müzik setinin peşinde gelen üç cd'yi, Nilüfer, Ferdi Özbeğen ve Muazzez Abacı'yı; takip eden senelerde ise babamın 12. yaş günümde aldığı Nirvana'nın Mtv Unplugged in New York ve Guns'n Roses'ın Use Your Illusion'ini dinleyerek geçti. Yine de bütün bu münferit olaylar içinde, bir de Van'dan Edremit'e memleketin dört bir yanında yüzlerce çocuğun Arçelik hediyesi Nilüfer şarkıları ile büyüdüğünü varsayarsak, bana kalırsa psikolojimi derinden etkileyeni internetle yeni tanıştığımda, mp3'ün varlığını keşfedince vuku buldu. İndirdiğim ilk mp3 Sting'in Shape of My Heart'ı idi. İlk kez Leon'u izlerken duyduğum bu şarkıyı indirmem o zamanki internet hızıyla 2 buçuk gün sürmüştü. Uzunca bir süre başka şarkı indiremediğimden, Shape of My Heart'ı sabahtan akşama ve bazen akşamdan sabaha kadar, Sting'in şarkı esnasında nefes alıp verdiği dakikaları ezberleyecek kadar çok dinlerdim. Bugün içinde bulunduğum durumu, en çok ilk gençliğimde yaşadığım bu olaya bağlıyorum. Yeniyle sorunlu bir ilişkim olduğu yazının girişinden de anlaşılıyor ama yine de binlerce şarkılık playlistlerde aylarca bir kaç şarkıya takılıyor olmak bazen canımı sıkıyor. O zaman shuffle'a basıyorum. Teknolojiyle aramı iyi tutmaya çalışmamın nadir sebeplerinden biri. İnsanı karar vermek zorunda bırakmayan, üstelik Fairuz Derin Bulut'un arkasından Handel çalarak, o sıkıcı playliste meydan okuyan parçaları karıştırın tuşunu Dostoyevski'nin deyimiyle "dehşetle seviyorum". Bazıları der ki "hayatta da bir undo komutu olsa", benim şu hayatta temennim de bir "parçaları karıştır" tuşu. "
Etiketler:
cheesy,
deliye her gün bayram,
fairuz derin bulut,
ferdi özbeğen,
mp3,
sting
3 Ekim 2008 Cuma
eşya ile olan ilişkim
"... Eşya ile olan ilişkinizi sorgulayın. Atamadığınız, biriktirdiğiniz, içinde kaybolduğunuz nesne yığınlarını, ileride kişisel tarihinizin müzesi yapılmayacaksa, saklamayın boşuna. Eski fotoğraflar, film afişleri, fişler, faturalar, sergi katalogları, tren biletleri, lokanta ilanları, cdlerin içinden çıkan kağıtlar, ders notları, mektuplar...Beni dinleyin, çoluk çocuk torun torba yıllar sonra ayıklama zahmetine kapılmadan eskicilere sahaflara verir onları üç kuruşa, zamanı gelmişken siz tasnif edin, gereksizleri çöpe atılacaklar diye bir kutu yapın o kutuya koyun, atmaya gönlünüz el vermiyorsa. Artık her şey kaydediliyor, sizin kişisel bellek yaratmak için ortalığı çöplüğe çevirmenize gerek yok."
2 Ekim 2008 Perşembe
bayram hediyesi
29 Eylül 2008 Pazartesi
Bu blog işi de pek bana göre degilmiş. Evin olması gibi bir blogunun olması, bakmak lazım ilgilenmek lazım, sorumluluk en nihayetinde. "İnsanın sevdiği bir ev olunca kendisine mahsus bir hayatı da olur." demiş mümtaz, huzur'un mümtaz'ı. Bazılarının kendisine mahsus bir hayatı olamıyor, sevdikleri bir evi ya da blogu olamadığından mı acaba?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)